İnsanlık tarihinin bilinen ilk yıllarından itibaren “kadın olmak = anne olmaktır”. Geleneksel toplum yaşamında kadın, herzaman dişil ve üretken nitelikleri ile varlığını sürdürmüş, “annelik rolü” kadının birincil, en önemli ve evrensel rolü olmuştur. Toplumsal gelişmeler ve yaşam koşullarındaki değişimler, binlerce yıl boyunca aile, eş ve çocuklarına hizmet eden, onlar için üreten, onlardan sorumlu olan kadının zamanla farklı alanlarda da üretkenliğini sürdürmesine, yeni sorumluluklar edinmesine ve toplumsal yaşamda aktif rol almasına neden olmuştur. Kadının aile ile sınırlı olan dünyasının dışına çıkması, bir yandan kişisel ve toplumsal anlamda değerler kazanmasını sağlarken diğer yandan çatışma ve sorunların gelişmesine de neden olmuştur.

Geleneksel toplumlarda, genellikle yetişkin bireyler olarak erkekten çalışması ve aileye kaynak sağlaması, kadından ise bir eş ve anne olarak evinde kalması, aile bireylerinin ve evin dirlik, düzenini sağlaması beklenirdi. Halen de birçok toplumda ve toplumumuzun büyük bir kesiminde, kadın ve erkekten beklenenler ve onlara biçilen roller değişmemiştir. Toplumun çizdiği bu sınırlar içinde bir kadının yaşamını sürdürmesi (her ne kadar kadın cinsinin hak ve özgürlüklerini kısıtlayan bir yaklaşım olsa da, günümüz şartlarının kadına yüklediği yeni roller ve sorumluluklar sonucu oluşan -bazen başa çıkılamaz boyuttaki- yükler, sorunlar ve çatışmalar yanında) çok daha kolaydı. Geçmişte, bir genç kız ve kadın için tek kariyer beklentisi, içinde bulunduğu toplumun yapısına ve değerlerine “uygun iyi bir eş bulup” evlenmek ve anne olmaktı.

Kadınların toplumsal yaşamda çalışan kadın kimliğiyle rol almaya başlaması, ilk başlarda ekonomik şartların zorlaması ve savaşlar nedeniyle erkek nüfusundaki azalma gibi zorunlu nedenlerle oluşmuş ancak sanayileşme, iş çeşitliliği ve tüketim taleplerinin artışı gibi değişimler, çalışan kadın sayısının gittikçe artmasını ve kadının “meslek sahibi” olarak da toplumda yer almasını doğurmuştur.

Artık günümüzün çağdaş kadınları, genç kızlık yıllarından itibaren kariyer planlarını sadece uygun bir eş bulmak, evlenmek ve çocuk sahibi olmak üzerine yapılandırmıyor.

Çalışma yaşamı, temel kadın kimliğine “para kazanmak, ekonomik güç edinmek ve entellektüel, kariyer sahibi, kültürlü, eğitimli, sosyal, bağımsız/ özgür, söz sahibi, çalışkan, yaratıcı, çözüm üretici, sorun çözücü, takım oyuncusu, otoriter, yöneten” olmak gibi yeni alt bileşenler, roller ve sorumluluklar getirmiştir. Ancak tüm bu yeni sorumluluk ve rollere rağmen toplumun kadından beklediği geleneksel eş ve annelik rollerinin bileşininden oluşan kadınlık rolünün sorumluluk ve gereklerinde herhangi bir değişim oluşmamıştır. Her ne kadar günümüzde, kadına ait olduğu varsayılan iş ve görevlerin yerine getirilmesinde, eşine bir oranda yardımcı olmaya çalışan erkekler olsa da bu destek ya çok yetersiz ya da bir yardımcı istihdam etmenin maddi yükünün karşılanmasıyla sınırlı kalmaktadır.

Bugün hala alışveriş, yemek ve temizlik yapmak, çamaşır ve bulaşık yıkamak, çocukların bakım, beslenme, temizlik ve korunmaları, okul ve ders takiplerinin, okul- öğretmen görüşmelerinin yapılması, sorunlara çözüm aranması v.s gibi daha birçok görev, yüksek eğitim görmüş, meslek sahibi, çalışan kadınların ana sorumlulukları arasında olup eşlerin bu konularda paylaşım ve işbirliği içinde olmadıkları görülmektedir.

Dolayısıyla çalışan kadınlar, bir yandan işlerinde başarılı olmak, para kazanmak, kariyerinde yükselmek, işinden kovulmamak, erkek egemen çevrede kabul görebilmek, işine odaklanabilmek, yoğun çalışma temposuna ve mesailere uyum gösterebilmek, işleri zamanında ve doğru tamamlayabilmek v.s. gibi birçok sorunla başetmeye çalışırken bir yandan da eş ve anne olmanın getirdiği “asal” kabul edilen görevlerini başarıyla yürütebilmek zorundadır.

Bir erkek işten eve geldiğinde, “baba koltuğuna” oturup, ayaklarını uzatarak gazetesini okuma, haberleri seyretme gibi canının istediği şekilde keyif yapma, arada bir mutfağa seslenerek “yemek hazır olmadı mı, çok acıktım” diye bağırma, yemekten sonra ayağına kahve ve çayının servisini bekleme gibi tutumları kendine hak olarak görürken, işten koşturarak gelen kadın -ne kadar yorgun olursa olsun- eve adım atar atmaz, varolan (daha doğrusu günün sonunda kalan) gücüyle hemen yeni işlere koyulmak durumundadır.

Çoğu zaman bundan şikayetçi de değildir. Kendini, evinin kadını, iyi bir eş ve anne olarak da görevlerini mükemmel şekilde yerine getirmesi gerektiğine inandırmış/inandırılmıştır.

Ancak tabii ki bu kadar çok sorumluluk, iş ve görevi yerine getirebilmek için erkeklerden farklı olarak kadınların günü 36 ya da 48 saat değildir ve artı süper güçleri yoktur. İşlerin bir kısmı, tüm çaba, uğraş ve fedakarlığa rağmen ister istemez aksar. Böylece sorun ve çatışmalar baş gösterir. Eşi ve çocukları; istek ve beklentileri tam olarak karşılanmadığı için şikayet etmeye, çevredekiler; onu yetersiz ve başarısız kadın olarak nitelemeye başladığında (bunları gerçekleştiremenin kişisel yetersizliğinden değil, şartlardan kaynaklandığını düşünmeden) bir kadın olarak kendini yetersiz, beceriksiz, başarısız olarak algılamaya, özgüvenini kaybetmeye başlar.

En önemli sorun da, kadının kendi iç çatışmaları sonucunda ortaya çıkar. Kadın; eş, anne ve çalışan kadın rollerinden ve bunların gereklerinden beklentileri arttıkça (özellikle mükememelliyetçi kişilik yapısında olanlar) eksiklerini, yetişemediklerini ve yetersizliklerini daha fazla görmeye, sorun haline getirmeye başlar. Eşine ve çocuklarına yeterli zamanı ayırmadığı, onlarla birlikte fazla zaman geçirmediği, onları ihmal ettiği, ihtiyaçlarını tam olarak karşılamadığı gibi düşünceler, onu suçluluk duygusuna sürükler.

Çalışan bir çok kadın, bu suçluluk duygusundan kurtulmak, vicdanını rahatlamak için kendi gereksinimlerinden vazgeçmek, fiziken ve manen kendini heba etmek pahasına eşini, çocuklarını ve diğer bir çok kişiyi memnun etmeye çalışmaktadır. Sanki, kadının çalışma ve yaşam alanı sadece evi ile sınırlı da, “çalışmak, iş yaşamında var olmak” ona sunulan bir imtiyaz ve ayrıcalıkmış gibi bedel ödemek durumunda kalmaktadır.

Her ne kadar eğitimli, bilinçli, kendine ve başarabileceklerine güvenli gibi görünse de, iyi eş ve anne bileşenlerinden oluşan geleneksel kadın kimliği ile çalışan kadın kimliği arasındaki çatışmalar birçok çalışan kadının önemli bir sorundur. Çünkü bilinç düzeyindeki, düşünsel boyutlu değişim ve gelişimlerin daha hızlı gerçekleşmesine rağmen tüm duygu ve içgüdülerimizin kaynağı olan, insanlık tarihi kadar eskilere dayanan ve RNA yoluyla atalarımızdan gelen bilgi şifrelerinin depolandığı, bilinçaltındaki değişimlerin gerçekleşmesi nesiller boyu sürmekte olup, “kadın” rolünün karşılığı, genetik kodlarımızda hala eş ve anne olarak kayıtlıdır. Erkekler, günün şartları gereği bir kadının çalışmasını, onun yeni rollerini ve kimliğini anlıyor görünmekle birlikte, yaşamı eşleriyle tam bir işbirliği ve eşit paylaşımlı sürdürmekte zorlanmaktadır. Çünkü “Çalışan Kadın” rolü, tüm insanlık tarihine baktığımızda an kadar kısa bir süreç olup, henüz bilinçaltı kodlarındaki kadın modeli değişmemiştir.

Kadınlardaki “eş, anne ve çalışan” rolleri arasında dengeyi kuramama ve çatışma yaşamanın temelinde de, bilinç ile bilinçaltındaki farklı kodlama ve kayıtların varlığı yatmaktadır.

Bu çatışmaları çözümlemenin yolu, bilinç boyutunda kadın rolü/kimliğine karşı geliştirdiğimiz bakış açısı kadar, bilinçaltındaki kayıtlarımızın farkında olmaktan yani kadın olmaktan ne anladığımız, eş ve annelik rollerinin bizim için ne anlam ifade ettiği ve gereklerinin neler olduğunu analiz edip, kayıtları yeniden düzenlemekten geçer.

Nihal ARAPTARLI

Uzm.Psikolog, Terapist