Türkiye’nin önde gelen sorunlarından birisi işsizlik sorunudur. Şüphesiz, bu problem yalnız bireyde değil, bireyin içinde yaşadığı toplumu da etkilemektedir. İnsanlar toplum içinde var oldukları ve toplumu şekillendirdiklerine göre, bireyin toplumu, toplumun ise bireyi etkilediği su götürmez bir gerçektir.

İşsizlik, bireyin çalışmaya istekli olmasına ve çalışmak istediği kurumdan alacağı ücreti kabul etmesine karşın, kendisine bir istihdam alanı yaratamaması ile gelen problem olarak tanımlanabilir. Bunun yanı sıra işsizlik, bir kimsenin çalışma hayatına dahil olma yaşı geldiği ve iş aradığı halde iş bulamaması ve mevcut işini de yitirmesi ile ortaya çıkan durum olarak tanımlanabilir.

‘’Gelişmekte olan ülkeler’’ statüsündeki ülkemizde ise, durum içler acısıdır. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) 2009 araştırmalarına göre, ortaya çıkan işsizlik oranları şöyledir: İşsizlik oranı 2009 Ocak’ta yüzde 15,5, Şubat’ta yüzde 16,1, Mart’ta yüzde 15,8, Nisan’da yüzde 14,9, Mayıs’ta yüzde 13,6, Haziran’da yüzde 13,0 ve Temmuz’da yüzde 12,8, Ağustos ve Eylül döneminde ise yüzde 13,4 düzeyindeydi. Bu sonuçlara göre, Türkiye’deki, iş gücüne sahip işsiz sayısının 3 milyonu aştığı belirtildi.

15-24 yaş arasındaki genç nüfusta işsizlik oranı ise yüzde 21,8’den yüzde 24’e çıktı. 2009 yılının Ekim döneminde istihdam edilenlerin sayısı bir önceki yılın aynı dönemine oranla 452 bin kişi artarak, 22 milyon 19 bin kişiye yükseldi. Özellikle genç nüfustaki işsizlik oranı, biz üniversite öğrencilerinin kaygılarını artırmaktadır.


İŞSİZLİĞİN BİREY VE TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Giriş bölümünde bahsedildiği üzere, işsizlik sorunu yalnızca bireysel bir problem olmanın ötesinde toplumsal bir sorundur ve her toplumun önde gelen problemlerinden biridir.

Çalışmak ve istihdam, insanın var olma amaçlarından biridir. Psikoloji disiplininin önde gelen isimlerinden Sigmund Freud, üretmenin öneminden bahsederken şöyle söylemiştir: ‘’ Çalışmak, üretmek ve sevmek’’. Birey, gelişim yönündeki adımlarını üreterek ve değer katarak sağlamlaştırır; kendisine ve topluma kattığı her yeni şeyle zenginleşir, hayatını idame ettirebilir, içinde bulunduğu koşullardan memnun olur ve ‘’başardım’’ hissini yaşar. Bu şekilde insan, benlik saygısını artırır ve üretime, yeniliklere katkıda bulunduğu için aidiyet hissini yaşar. Bu bağlamda çalışmak, yalnızca gelir elde etmenin ve hayatını idame ettirebilmenin ötesinde bir yaşam şeklidir ve kişinin toplumla bütünleşmesi, kendisini topluma ait hissetmesi için gerekli bir durumdur.

Günümüz koşullarında, çalışmak bireyin temel hakkı kabul edilmektedir. Bu çerçevede, çalışan hakkının üst düzeyde tutulmasının gerekliliği öne sürülmektedir. Zira çalışma hakkının bireyin elinden alınması bireyin insan hakkına saygı duymamak demektir. Birey bu sorunla karşı karşıya kalınca, her şeyden evvel hayatı için en önemli temel gereksinimleri olan yiyecek ve barınma ihtiyacını karşılayamayacaktır. Bunun ardından ise kaygı, umutsuzluk ve depresyon gibi problemler gelecektir.

Bunun sonucunda birey; değersizlik, mutsuzluk, kendini yalnız hissetme, sorumluluklarını yerine getirememe, öfke duyma durumları ile karşı karşıya kalacaktır. Bu ise bireyde tam bir yıkıma neden olacak ve günden güne benlik saygısında düşüşler olacaktır. Azalan bu özsaygı ile bireyin kendisine duyduğu nefret artacak, bazı bireylerde içe kapanma/ kendine dönme/yalnızlaşma yaşanırken depresyon ortaya çıkacak, bazı bireylerde ise çevreye duyduğu öfke ve intikam duyguları ortaya çıkacaktır. Hırsızlık, çalma, dövme, alkol ve madde bağımlılığı gibi çeşitli antisosyal davranışa yönelen birey, suça yönelecektir. Ayrıca, işsizliğin bireyi intihara sürüklediği de gerçektir. Durkheim’e göre, intiharların bir çeşidi vardır ki, birtakım toplumsal bunalım sonucu meydana gelir. Durkheim bunlara anomik intiharlar adını verir. Anomik insanlarda fert, manevi tatminsizliğin sonunda hayatına kıymaktadır. Azami seviyede hürriyete sahip olmasına rağmen, hürriyetsizlikle malul durumdadır. Fert, fonksiyonel bakımdan toplum hayatının içinde yer almasına, güvencelerle korunmasına rağmen, toplum hayatı onu koruyarak kontrolü kaybetmektedir ve dayanışma zayıflamaktadır. Fert, yalnızlaşma süreci içine girmektedir. Çünkü anomi, ortaya çıktığı sanayileşmiş ve gelişmiş toplumlarda, faydacı insan tipi ve faydacılık bir sosyal norm haline gelmektedir. Zaten, anomi, faydacılığın ve faydacı davranışın beklenen patolojik halidir. Örneğin; ekonomi bunalımları, intiharların artmasına neden olur. Viyana’da 1873’te başlayan bir mali bunalım, 1874’te son haddini bulur. Bu sırada intiharların da hemen arttığı görülür. 1872’de intihar 141 iken, 1873’te 153’e, 1874’te 216’ya yükselir.
Aynı yılda, Frankfurt’ta buna benzer bir bunalım patlak vermiş, buna paralel olarak intiharlar da artmıştır. 1882 yılında Paris borsasında beliren büyük bunalımda da, intiharlar birden bire artmış, 1874 ile 1886 arasında ortalama artık %2 iken, 1882’de birden bire %7 oluvermiştir.
Toplumsal bunalım zamanlarında, toplumun yapısında meydana gelen değişim eler intihar olgu sunu arttırır.
Toplumsal bunalım zamanlarında görülen intihar olaylarının artmasına, ülkemizin yakın geçmişinden bir örnek vermek isterim: Ülkemizde 1985 yılında intihar edenlerin sayısının daha önceki yıllara oranla iki kat arttığını göstermektedir. Bunun nedenini, öncelikle ekonomiye bağlayabiliriz. 1985 yılında devlet politikalarının değiştirilmeye başlanmasıyla, ülkemiz önemli bir ekonomik ve sosyal bunalım dönemi yaşamıştır. Bu dönem, ekonomik sorunları ve işsizlik problemlerini de beraberinde getirmiştir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün ve Emniyet Örgütü’nün, ülke genelinde yaptığı belirlemeler sonucu, 1985 yılında 1187 kişinin türlü nedenlerle intihar ettiği saptanmıştır. 1187 kişinin içinden 173 kişi geçim zorluğu nedeniyle intihar etmiştir. Bu rakam hiç de yadsınacak bir rakam değildir.

İşsizlik özellikle, aileler içersinde sorunlara neden olmaktadır. Erkek egemen toplumda, evi geçindirmenin yükümlülüğünü üstlenen aile reisi, işsizlik sonucunda, ne yapacağını bilemez duruma gelir, aile içi çatışmalar içinden çıkılmaz hale gelebilir. Bu durum ailenin yıkılmasıyla, aile reisinin ya da çocukların suça yönelmeleri ile sonuçlanabilir. Bunun yanı sıra bir teori de şudur ki, iş sahibi olan bireyler, işsiz bireylere göre yasalara daha fazla uymak zorundadırlar, çünkü belirli bir statüde kalma amaçları ve bağlı oldukları bir kurum vardır. Bu nedenle, suç oranı, iş sahibi bireylerde daha azdır. Görüldüğü üzere, toplumsal bağlarımız suçu önleyici unsurlardandır.

SONUÇ

Sonuç olarak, görüldüğü üzere, işsizliğin bireysel ve toplumsal boyutta pek çok etkisi görülmektedir. Depresyondan hırsızlığa kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bu önemli sorun, hayatımızı pek çok alanda etkilemektedir. Sorun yalnızca ekonomik yeterliliğin sağlanması değil, aynı zamanda kişinin kendisinden memnun olan bir birey olarak, sorumlulukları yerine getiren bir birey olduğu hissini yaşamasına fırsat tanımaktır.

Umutsuzluk, kaygı ve depresyon sonucunda birey ya içe kapanmakta ya da öfkesini dışarı yansıtma yolunu seçmektedir, kişilik yapısına göre belirlenen bu durum ise işsiz bireyi, suçlu birey olmaya sürükleyebilir. Çünkü kişi, kendisini bir topluma ait ve kurallara uymak zorunda hissetmemektedir. Bu durumda, antisosyal davranışlar ya da aile içi şiddetle bu durum kendisini ortaya koyabilir. Aile toplumun çekirdeğidir ve aile içinde yaşanan tüm düzensizlikler, aslında toplumun ne denli sallantıda olduğunun da bir ön göstergesidir.

İntihar, kişinin kendi isteği ile hayatına son vermesi anlamını taşır. İşsizliğin bir boyutu da beraberinde intiharı getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, bireyin aslında ne kadar güç bir durumu yaşadığını daha iyi anlamaktayız. Birey o denli bunalım içersindedir ki, son çare olarak ölümü seçmektedir. Durumun vehameti bu açıdan bakıldığında daha net anlaşılmaktadır.

Şu söz, sanırım parçanın tam olarak özetleyicisi olacaktır: Çalışmak bizi şu üç büyük beladan kurtarır: Can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve yoksulluk. (Voltaire)

Dolu dolu çalışacağımız, üretim ve sevgi dolu günler dilerim.

Psk. Burçak Demirkan